‘’Her şeyini kaybetmiş birinin korkusu olmaz’’ diye duymuştu.
Hatırlayamadığı , nerede olduğunu bulamadığı bir zaman. Hakikaten bunu
yaşıyordu artık.
Hayalleri bir bir suya düşmüş ,
umutları tükenmiş , yeterince darbe almış ve biraz da saçları beyazlamıştı.
Olgun gibi görünüyordu , öyleydi de..
Zaman sadece saçlarına değil ,
yüreğine , kalbine , suratına da uğramıştı. Eskisi kadar pürüzsüz değildi
suratı artık. Çizgilerin yönü ve kalınlığı belli oluyordu. Tepkileri yavaş ve
sakindi. Soğukkanlı bir tavır. Hareketleri yavaşlamış gibiydi , ama buna rağmen
düşünceleri sanki vücuduna savaş açmışçasına daha hızlı hareket ediyordu. Bu
vücut düşündüğü kadar şeyi yapamazdı zaten. Zaman ona bunu da göstermişti
haliyle. Kalbi de yavaşlamıştı. Her şeye her an çarpmıyordu artık.
Yaşamaya yetecek , kan dolaşımını sağlayacak kadar işte. Bir işçinin eve ekmek
götürme gayesi gibi. Biyolojik olarak vardı , hislerini satmıştı çoktan.
Dışarıya süzülen gözlerini kahvesine
doğru götürdü. Üstünde dumanlar tütüyordu , hala sıcak ve tazeydi. Ne de olsa
Türk kahvesinin tadı biraz ılıyınca alınırdı. Bunu biri söylemişti ona. Belki
gençken Kapalıçarşıda karşılaştığı Arap turistlerden biriydi. Gençken diyorum
işte , sanki şimdi çok yaşlıymış gibi..
Biraz daha bekledi. Tabakasını
çıkartıp , özenle sardığı orta-sert tütünlü sigaralardan birini nazik ve
tutkulu bir tavırla tabakadan çıkardı.
‘’Keşke bana
da bu kadar nazik olabilselerdi’’ diye düşünmeden edemedi.
Kim bilir nasıl olurdu o zaman hali ? Daha güzel şeyler yapabilir
, daha fazla insana yardım edebilirdi , belki saçlarına da bu kadar ak
düşmezdi. Belki lise çağındaki halleri gibi , daha vurdumduymaz , daha korkusuz
, daha enerjik olabilirdi. Sonunu düşünmeden hareket etmek kadar güzeli var
mıydı ? Tıpkı belki altına pislediğinden bile haberi olmayan yeni doğmuş bir
bebek gibi. O zamanlarda kalmak gerekirdi kırılmamak için. Yorulmamak için. Hep
saf ve temiz kalabilmek için.
Çakmağını , hep
koyduğu sağ cebinde aradı ama bu sefer sol cebine koymuştu. Bu aralar ilk defa
olmuyordu bu. Kafası bulanık , kahvesinin köpüğü kadar yoğundu. Boşvermiş bir
tavırla çevirdi çakmak taşını , ve alevlenen gaz , tütününü anında yakıverdi.
Yanmak bu kadar da kolaydı işte. Hem yakan sadece ateş miydi ? İnsanlar yakmaz
mıydı birbirini ? ‘’Yandım ben ya’’ diyen feryatlar boşuna değildi heralde.
İşyerinde bir hata yaparsınız ‘yandınız’ , Anne – Babaya laf getirirsiniz
‘yandınız’ , sevgilinize bir hatanız oldu ‘yandınız’. Herkes öteki tarafta
cehennemin sıcağından bahsederken , kimse burda yananları görmüyordu heralde.
Bir yudum aldı , kahveyi dudaklarında , denize ilk giren
ayaklar gibi hissetti. Sıcak olması tek farkıydı. Önünde delice akan Meriç
Nehri’ne baktı. Hayli yükselmişti su. Belli ki komşu yine açmıştı barajların
kapaklarını. Ne su zengini memleketlerdi. Bizim böyle bir şansımız var mıydı ?
Böyle zamanlarda su seviyesi buralarda hayli yükselir hatta bazen taşkınlar
olurdu. Bu bölge bu konuda oldukça tecrübeliydi , esnaf ve vatandaşlar artık
tedbirliydi. Olmasa daha iyiydi elbet , fakat olanla ölene de çare bulunmuyor
malesef. Kahvenin telvesi ağzında
gezindi. Nehir gibi deli olmasa da kahve de midesine öyle aktı. Giderken yanında
bir şeyler götürür gibi..
Osmanlı’nın başkenti olmuş bu
şehirde , Selimiye’nin göğe uzanan dört minaresinden biri kadar yalnız hissetti
kendini. Saydığınız zaman dört taneydi , Edirne’ye girerken baktığınızda ise
sadece iki görünürdü. Çünkü dönemin mimari bir harikasıyla aynı hizada
yapılmıştı. Mimar Sinan’ın ustalık eserim dediği bu camii’ye bir çok kez
girmişti. Bazen sadece huzuru hissetmek ,
bazen ise Allah’ın huzuruna çıkmak için. Ciğerini belki kaç defa yemişti
bu şehrin. Çocukluk arkadaşları burada okumuş , o zamanlar sokak sokak , cadde
cadde arşınlamıştı buraları. Kimi zaman sarhoş olmuş , bazen ise iki poğaça
alacak para bulamamışlardı. Şimdi yaşı
ilerlemiş bir şekilde , yanında onu tanıyan kimse olmadan gelmişti buraya.
Şehrin sahibi oydu
şimdi. Kanatlarını açıp , biraz yükseğe çıkıp ‘’Eyy insanlar , bu şehirde en
eski benim , bu şehrin yalnızı da , dertlisi de benim.. Beni böyle tanıyın’’
diye bağırmaya ramak kalmıştı. Onu tarif edemediği bir el tutuyor gibiydi. Bir
el ağzını kapatıyor , bir diğeri elini kolunu bağlamış gibiydi. Başka bir ses
duymadan , kendi kararlarını hiç tartışmadan diktatörlük tadında bir gündü
bugün.
Hesabı istedi. Kendi de daha önce
hizmet sektöründe bulunduğu için bunun nasıl yapılacağını iyi bilirdi.
Garsonların kalbi kolay kırılırdı. Onca saat ayakta , belki uykusuz hizmet et ,
bir de gelsin kendini dünyanın sahibi sanan insanlar , sana bağırsın çağırsın ,
ezsin. Sonra da gel çalışmaya devam et. O günlere bir tebessüm bıraktı içinden.
Bahşişi ihmal etmedi tabi ki. Onun masasına bakan garson ‘’Teşekkür ederiz abim
, yine bekleriz’’ dedi.
Kafası hafifçe öne eğerek kabul etti bu teşekkürü. Sonsuz bir veda eder gibi kalkmadı masadan. Tekrar görüşecekmiş gibi , umutlu ve yarım bırakarak...
Portakal tadında..
YanıtlaSilBaşarılı:)