17 Ocak 2018 Çarşamba

Batı'da Bir Gün..

‘’Her şeyini kaybetmiş birinin korkusu olmaz’’ diye duymuştu. Hatırlayamadığı , nerede olduğunu bulamadığı bir zaman. Hakikaten bunu yaşıyordu artık.
         
           Hayalleri bir bir suya düşmüş , umutları tükenmiş , yeterince darbe almış ve biraz da saçları beyazlamıştı. Olgun gibi görünüyordu , öyleydi de..
            
           Zaman sadece saçlarına değil , yüreğine , kalbine , suratına da uğramıştı. Eskisi kadar pürüzsüz değildi suratı artık. Çizgilerin yönü ve kalınlığı belli oluyordu. Tepkileri yavaş ve sakindi. Soğukkanlı bir tavır. Hareketleri yavaşlamış gibiydi , ama buna rağmen düşünceleri sanki vücuduna savaş açmışçasına daha hızlı hareket ediyordu. Bu vücut düşündüğü kadar şeyi yapamazdı zaten. Zaman ona bunu da göstermişti haliyle. Kalbi de yavaşlamıştı. Her şeye her an çarpmıyordu artık. Yaşamaya yetecek , kan dolaşımını sağlayacak kadar işte. Bir işçinin eve ekmek götürme gayesi gibi. Biyolojik olarak vardı , hislerini satmıştı çoktan.
            
          Dışarıya süzülen gözlerini kahvesine doğru götürdü. Üstünde dumanlar tütüyordu , hala sıcak ve tazeydi. Ne de olsa Türk kahvesinin tadı biraz ılıyınca alınırdı. Bunu biri söylemişti ona. Belki gençken Kapalıçarşıda karşılaştığı Arap turistlerden biriydi. Gençken diyorum işte , sanki şimdi çok yaşlıymış gibi..
            
         Biraz daha bekledi. Tabakasını çıkartıp , özenle sardığı orta-sert tütünlü sigaralardan birini nazik ve tutkulu bir tavırla tabakadan çıkardı.

‘’Keşke bana da bu kadar nazik olabilselerdi’’ diye düşünmeden edemedi.

Kim bilir nasıl olurdu o zaman hali ? Daha güzel şeyler yapabilir , daha fazla insana yardım edebilirdi , belki saçlarına da bu kadar ak düşmezdi. Belki lise çağındaki halleri gibi , daha vurdumduymaz , daha korkusuz , daha enerjik olabilirdi. Sonunu düşünmeden hareket etmek kadar güzeli var mıydı ? Tıpkı belki altına pislediğinden bile haberi olmayan yeni doğmuş bir bebek gibi. O zamanlarda kalmak gerekirdi kırılmamak için. Yorulmamak için. Hep saf ve temiz kalabilmek için.

Çakmağını , hep koyduğu sağ cebinde aradı ama bu sefer sol cebine koymuştu. Bu aralar ilk defa olmuyordu bu. Kafası bulanık , kahvesinin köpüğü kadar yoğundu. Boşvermiş bir tavırla çevirdi çakmak taşını , ve alevlenen gaz , tütününü anında yakıverdi. Yanmak bu kadar da kolaydı işte. Hem yakan sadece ateş miydi ? İnsanlar yakmaz mıydı birbirini ? ‘’Yandım ben ya’’ diyen feryatlar boşuna değildi heralde. İşyerinde bir hata yaparsınız ‘yandınız’ , Anne – Babaya laf getirirsiniz ‘yandınız’ , sevgilinize bir hatanız oldu ‘yandınız’. Herkes öteki tarafta cehennemin sıcağından bahsederken , kimse burda yananları görmüyordu heralde.

Bir yudum aldı , kahveyi dudaklarında , denize ilk giren ayaklar gibi hissetti. Sıcak olması tek farkıydı. Önünde delice akan Meriç Nehri’ne baktı. Hayli yükselmişti su. Belli ki komşu yine açmıştı barajların kapaklarını. Ne su zengini memleketlerdi. Bizim böyle bir şansımız var mıydı ? Böyle zamanlarda su seviyesi buralarda hayli yükselir hatta bazen taşkınlar olurdu. Bu bölge bu konuda oldukça tecrübeliydi , esnaf ve vatandaşlar artık tedbirliydi. Olmasa daha iyiydi elbet , fakat olanla ölene de çare bulunmuyor malesef.  Kahvenin telvesi ağzında gezindi. Nehir gibi deli olmasa da kahve de midesine öyle aktı. Giderken yanında bir şeyler götürür gibi..
            
          Osmanlı’nın başkenti olmuş bu şehirde , Selimiye’nin göğe uzanan dört minaresinden biri kadar yalnız hissetti kendini. Saydığınız zaman dört taneydi , Edirne’ye girerken baktığınızda ise sadece iki görünürdü. Çünkü dönemin mimari bir harikasıyla aynı hizada yapılmıştı. Mimar Sinan’ın ustalık eserim dediği bu camii’ye bir çok kez girmişti. Bazen sadece huzuru hissetmek ,  bazen ise Allah’ın huzuruna çıkmak için. Ciğerini belki kaç defa yemişti bu şehrin. Çocukluk arkadaşları burada okumuş , o zamanlar sokak sokak , cadde cadde arşınlamıştı buraları. Kimi zaman sarhoş olmuş , bazen ise iki poğaça alacak para bulamamışlardı.  Şimdi yaşı ilerlemiş bir şekilde , yanında onu tanıyan kimse olmadan gelmişti buraya.

Şehrin sahibi oydu şimdi. Kanatlarını açıp , biraz yükseğe çıkıp ‘’Eyy insanlar , bu şehirde en eski benim , bu şehrin yalnızı da , dertlisi de benim.. Beni böyle tanıyın’’ diye bağırmaya ramak kalmıştı. Onu tarif edemediği bir el tutuyor gibiydi. Bir el ağzını kapatıyor , bir diğeri elini kolunu bağlamış gibiydi. Başka bir ses duymadan , kendi kararlarını hiç tartışmadan diktatörlük tadında bir gündü bugün.
            
          Hesabı istedi. Kendi de daha önce hizmet sektöründe bulunduğu için bunun nasıl yapılacağını iyi bilirdi. Garsonların kalbi kolay kırılırdı. Onca saat ayakta , belki uykusuz hizmet et , bir de gelsin kendini dünyanın sahibi sanan insanlar , sana bağırsın çağırsın , ezsin. Sonra da gel çalışmaya devam et. O günlere bir tebessüm bıraktı içinden. Bahşişi ihmal etmedi tabi ki. Onun masasına bakan garson ‘’Teşekkür ederiz abim , yine bekleriz’’ dedi.

Kafası hafifçe öne eğerek kabul etti bu teşekkürü. Sonsuz bir veda eder gibi kalkmadı masadan. Tekrar görüşecekmiş gibi , umutlu ve yarım bırakarak...



1 yorum: